top of page
  • Yazarın fotoğrafıShiv

Bırak hiçlik dolsun içine.

Lise zamanında kulaklıkla otobüste müzik dinlerken aklıma hep bir soru gelirdi; Acaba sessizliğin bir sesi var mı diye?

Söylemek istediğim, öyle bir ses düşünün ki kulağınıza taktığınız zaman, hiçbir şey duymayacaksınız. Tamamen bomboş bir gece gibi… Ama aynı zaman da o kadar yoğun ki yanınızda bomba patlasa duymanıza engel olacak bir hiçlik sesi.


Kendi başıma sessizliğe gömülerek, andan ve mekândan kopmayı çok seviyorum. Bunun için arıyordum belki de sessizliğin sesini. Bazen arkadaşlarım, bu durumun kendim için zararlı olacağını söylese de bu benim için bir bağımlılık. Zaten çok sık beceremiyorum. Evet, beceremiyorum. Çünkü isteyerek ve düzenli olarak yapamıyorum, gömülmeyi.


Ancak bu sessizliğin fark ettirdiği, daha doğrusu zamanla bir konu üzerindeki merakımı manipülasyona uğrattığı bir durum var bende. Eskiden hayvanların neden konuşamadıkları hakkında düşünüyordum. Konuşmak o kadar da zor değildi sonuçta. Küçücük bir bebek bile becerebiliyorken, doğada tek başına yaşamayı beceren hayvanlar neden kendi aralarında konuşamıyordu. Evet, farklı bir yöntemle iletişim kurduklarını biliyordum fakat neden konuşmak kadar basit bir eyleme ihtiyaç duymuyorlardı ki.

Soru değişti, manipülasyona uğradı. Artık düşündüğüm şey, insanların neden konuştukları. Çünkü konuşma eylemini ne kadar yoğun yaşasak da gün içerisinde, konuşmak oldukça özel hatta mistik bir kavram benim için.


Dil, düşünebilme yeteneğinin ön koşuludur. Bizi hayvanlardan ayıran en önemli farkımız olan zihin ve örüntü yeteneğimizin en temel var olma şekli, konuşma yeteneğimizdir.


Dil, Tanrı'dan (ya da Şeytandan mı, bilemedim) çaldığımız ilklerden biridir. Düşüncelerimizi birer mermiye benzetirsek, dil ise kişiden kişiye değişen bir beylik silahı ya da uzun namlulu tüfektir. Kurguladığımız düşüncelerimizi, maddenin farklı bir formu olan enerji (titreşim) ile anlık da olsa yaratmamıza sebebiyet veren yeteneğimizdir.

Maalesef bu üretim(!) toplumunda dil de oldukça yoğun kullanılmasından dolayı, neredeyse bütün özünü kaybetmiş durumda. Eskiden söylenen her kelimenin tek tek seçilerek kullanıldığı dönemlerde, söylediğin bir şey için canından olabilecekken, şimdi birbirimizi yağlayıp yıkamak için kullandığımız, abartma ya da insanların kendilerini hype'latmak amacıyla kullandıkları bir konuma gelmiş durumda. Bahsetmek istediğim sadece sosyal pohpohlamak değil, din ve devletler tarafından kullanılan bilimsel fahişelik temelli kitlesel manipülasyon da bu art niyetli tavrın içindedir. Eğer konuşmacı sizin zihninize sızabiliyorsa o diliyle, artık yasal olarak onun kölesisinizdir. Bu durum üzerinde henüz bir müeyyide yok ancak zamanı gelince bu konunun da illegalliği tartışmaya açılacaktır diye umut ediyorum.

(Gerekirse bana faşist diyebilirsiniz, evet doğa ve canlılığın faşistiyim. Öyle önüne gelen her insanın konuşmasından rahatsızım. Had bilmeleri gerektiğini düşünüyorum ki günümüzde 3 IQ'ya sahip milyonlara seslenebilen popüler insanlar da var ve bunların konuşması -düşünce özgürlüğü adı altında fikirlerini sıçmaları- oldukça yanlış, toplum için.)


Kendimi bildim bileli iyi bir dinleyici olduğumu düşünürüm. Belki de öyleyim ama asıl amacımın susmak olduğunu yeni anlıyorum. Bazen birine yön vermekten çekiniyorum, bazense karşımdakini test etmek için susuyorum. Silahı ne kadar kuvvetli görmek istiyorum. Ama asıl nedeni ise kullandığımız her kelimenin, bizi maddiyata daha çok saplıyor oluşu.

Daha önce adını koymaya gerek duymadığımız, varlığını bilmiyor olsak da hissediyor olduğumuz ve o hissiyatın bizler için yeterli olacağı "Doğa" kavramındaki her unsur, dilin niyetle beraber kullanılması ile ismi koyulması gereken -hatta unsuların birbirlerine entegre edilerek kurgulanacak yeni eşya ve mülkiyet kavramları da adlandırılması gereken- başka kavramlara dönüşmüş durumda. Bütün doğayı bir kabul etmek yerine, maneviyata karşı ilk silahımız olan dil ile ondan sıyrılmayı başarmış durumdayız. Artık biz doğaya ait değiliz, ondan var olduk ama kendimizi ondan çok yukarıya koyduk. Her gün yeni bir ürün, yeni bir fraksiyonla dili kullanmaya ve maddeye iyice gömülmeye devam ettik. Daha da gizem çözmek için daha fazla inceltmeye ve araştırmaya, maddeye isim koymaya devam ettik. Ama maneviyatın ya da siz ne demek isterseniz -din, inanç ya da ruh- maddi olmayan kısmın gizeminden uzaklaşırken maddiyat bataklığında vals yapmaya başladık. Her ürüne beyni yıpratan çağrışımlara yol açacak isimler verip, onları ambalajlayıp, ağırlıklarını ölçüp, yoğunluklarını hesaplayıp, biraz da üzerine kâr ekleyip satmaya başladık. Bütün dünyayı sonsuz bir kurgu içerisindeki metaya çevirdik. Yetmedi sanalını yaptık, maddi olarak üretemediğimizi, kendi oynadığımız tanrıcılık oyunu içerisinde ürettik ve onu da sattık. Şimdi de uzaydayız ve amacımız evrende barış(!). Dünyadakini becerdik, evren kaldı..


Hey, nefes alabiliyor musun?


Çünkü benim ruhum boğuluyor da.


Tarihte kullanılan art niyetli tavırlar temel alınarak ortaya çıkarılan bir teori var -ki kısmen haklılar- bir kavrama özel olduğunu atfeder ya da onu kutsallaştırırsan, bu kavram senin için bir mistik hava oluşturmuş olur. Dilin de özel olduğunu kabullenip onu kutsallaştırırsak konuşma eyleminden yeri geldiği zaman korkup, fazla etkilenmemiz de mümkün. Hatta bu nedenle ne yapıyoruz şimdi; hiçbir kavramı özel kabul etmiyor, defalarca sonsuz kez kullanıp içinden geçene kadar halka mâl ediyoruz. Böylelikle sevgili üretim(!) toplumumuz bir şeyden korkmasın, tabusuz ve cesurca üretmeye devam etsin...


Evet, üretim toplumu fedailerinin dile getirdikleri, kavrama değer verme, tabulaştırma ve devamında gelen korku konusunda söyledikleri, ne kadar kısmen de demiş olsam, çok doğru.


Sorun şu ki; Madde üzerindeki tutumumuz, bitmek bilmeyen bir tüketim ile egemen paradigma durumda. Her şeyi inceleyip, isim vererek raflara kaldırmak oldukça mantıklı (!). Gizemi çözülmesi istenmeyen manipülasyon araçlarının önüne geçiyoruz, aydınlanma sayesinde. Düzenli olarak anlamlandırma gayemiz, bizlere doğanın büyüsünü (büyü derken ateş yakma yıldırım indirme gibi maddi anlamsız yoktan var etme durumları değil, ortam ile tekil hissedebilme kabiliyeti bahsettiğim büyü) hissetmemize engel oluyor. -Bravo! Artık modern bir insansın.- Ama bu davranış bir süre sonra refleksif olmaya başlıyor. Her şeyi aydınlatmaya başlıyoruz. Araç olarak kullanmamız gereken "anlamlandırmayı", maddenin her yerine sokuyoruz. Ve giderek maneviyattan kopan insan toplumu, tek gerçekliği maddiyat (-Öyle değil mi ya zaten? +Hayır, tek gerçeklik maddiyat değil.) olarak görmeye başlıyor. Toplum üzerindeki bu paradigma, para ve mülkiyet arzusu, insanların gözünü ve zihnini, bu sefer manevi korkularla değil, maddiyatla bağlamaya başlıyor. Ve devamında, egomuzda boğulup, kendimizi üstte görmeye başlıyoruz.


Gelelim safsataya (özlemişim bu tabiri, Acur'la kapışmaktan yazamadık ki kardeşim);

İnsanoğlu, düşünce-dil ikililiğine hakim olduktan sonra dünya üzerinde ne yaptıysa bir niyet hedefli ya isteyerek ya da şans eseri yaptı. Tabii iyi niyetle, hayatı daha konforlu yaşama isteğiyle, her maddeye isim verip fayda sağlama amacıyla kullanmaya çalışırken, konu başlığı ne olursa olsun, iyi niyetin arka tarafındaki kötü niyet de onunla beraber ilerlemeye devam etti. (Niyet çift taraflıdır, iyisiz kötü, kötüsüz iyi olamaz.) Yeri geldi kendi istekleri uğruna umarsızca birini mızrakladı, yeri geldi atom bombası attı. Zaman geçse de senaryo hep aynıydı. Daha çok açgözlülük adına daha çok üretim, daha çok zevk, daha çok tutku, daha çok öfke, nefret, daha çok, daha çok, daha çok...


Görmediğimiz ya da hissedemediğimiz şeyleri tabulaştırmak; evet, korkutucu ve manipülasyona çok açık. “Aydınlanma” ile bunun önüne geçtik (Ortadoğu’da henüz olmasa da). Ancak madde de böyle bir şey. Bizlerin sahip olma istediğimizi, aç gözlülüğümüzü, maddeye olan bağımlılığımızı ve onu özel yapan arzularımızı dürterek, her gün o ihtişamlı teknoloji ile keşfedilen yeni ürünler sayesinde maddiyatı kutsallaştırmamıza neden oluyor. Tekil olarak maddeye değil (Bir televizyon, bilgisayar, araba ya da yat. Biliyorsunuz bir süre sonra madde ne olursa olsun, tekil olarak eskiyecek ve ilginizi yitireceksinizdir.), direkt madde kavramına, sahip olma isteğine tapmaya başlıyoruz. Sizi reddedemeyeceğiniz bir sarmala çekiyor düzenli olarak. Her ne kadar iyi niyetli olmaya gayret etsek de arkadaki kötü niyet bizi dürtmeye devam edecek. Peki bunca safsatayla beraber soruyorum;


Sizce de biraz kararmamız gerekmiyor mu artık? Reddedemez miyiz bizler de konuşmayı, hayvanlar gibi? Ve hatta bilinci?


Kapak Görseli: City of Bones - C. Ciare

46 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Sulu Beyin

bottom of page