top of page
Yazarın fotoğrafıShiv

Al Cenneti Başına Çal

Unutulmaması üzerine...


Düzenli olarak rüya gören biri değilim, belki yediğim belki de içtiğim şeylerden dolayı. Çocukken oldukça sık gördüğüm bu rüyalar, bu aralar çok nadirleşmiş durumda ama gördüğüm zaman ise damardan zerk edilen rüya miktarı ve derişimi haddinden çok fazla.


Dün gece 12 gibi yatağa girdim. 1 saate yakın bir şeyler okuyup uykuya daldığımı hatırlıyorum.


Bir dağın tepesindeyim. Güvendiğim ve değer verdiğim insanlarla oturuyoruz. Sadece tanıdığım insanlar değil, birbirinden farklı ırktan insan var etrafta. Ancak herkesin üzerindeki kıyafet o kadar farklı ki nerede olduğumuzu, ne zamanda olduğumuzu anlamak oldukça zor. Hepsinin açık renkte olması dışında benzer bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Bazıları üzerine bembeyaz bir çaput bağlamışken bazıları kürk, bazıları ise kırık beyaz İtalyan kesim takımlarla oturuyor, o dağın tepesinde. Ne o ilkel adam, ne de son derece modern olan bu insan beni rahatsız etmiyor. Aksine tavırları ve konuşmaları hem kendilerinin bulunduğu yere duyduğu saygı ve sevgiden hem de yeni gelen insanların, dağın tepesinden rahatsız olmamaları için oldukça sıcakkanlı, ılımlı ve akışkan. Öyle bir konuma geliyorsunuz ki -bu biraz İstanbul'a benziyor- 7 yıl geçse; ne zaman geçti, nasıl geçti, niye geçti diye sormazsınız. O kadar huzurlu ki bu dağın tepesi, kimse ne oluyor diye sormaya cesaret edemiyor bozulmaması için.


Bilmiyorum, ne kadar zaman geçti o dağın tepesinde ama etrafa bakınırken bir süre sonra dağın eteklerinde düzenli olarak dönen Satürn'ün halkası gibi bir yoğunluk fark ediyorum. Daha önce beraber bir şeyler içtiğim ve samimiyetine güvendiğim birine bunun ne olduğunu soruyorum. Bana oraya bakmak istemediğini, orada olan neyse bilmeyeceğini ve asla da bilmek istemediğini söylüyor. Kiminle bu konu hakkında konuşsam asla bir cevap alamayacağımı zamanla anlıyorum. Bazıları benimle konuşmayı bile kesiyor, bu sorularımdan dolayı. Giderek yalnızlaşıyorum.


Çıkıntı olacağım ya; oturuyorum bir köşeye. İzlemeye başlıyorum dönen toz bulutunu. Farklı bir renk keşfedip takip etmeye çalışıyorum ne olacağını ama genele aykırı olan bu renk bir süre sonra halkanın ana rengi olan bejimsi toprak rengine dönüşüyor. Bütün olarak halka kalınlığı sabit kalan bu bulutun çapında, yer yer azalmaların ve artışların olduğu kendini fark ettiriyor, eteklerine bakmak için dağın çevresini gezerken.


Biraz aşağı iniyorum, dayanamıyorum merakıma. Ne kadar lanetleneceğimi düşünseler de yanımdakiler, sorumluluk bana ait diyerek biraz da gerilerek iniyorum. İndikçe anlıyorum ki yıllarca sadece tepede insan olduğuna körü körü inanmışım. Oysaki aşağı indikçe dağın her yerinde yaşayan insanlar olduğunu görüyorum. Belki daha az mutlu görünüyorlar ama onlarla konuşmak, konumum ve aşağıdaki fenomen hakkında bilgi sahibi olmamı sağlıyor. Dönen halkanın bir canlı olduğunu ilk defa mühendisin birinden duyuyorum. Dağın bir yerinde, Allah'ın terk ettiği bu yerde bir mühendis ha! Kendisi aslında bir jeolog olan bu mühendisin konuya metaforik yaklaştığını düşünüp devam ediyorum inmeye, daha cesur bir halde. İndikçe ciğerimi daha da hissediyorum, yanmaya başlıyor, hatta öksürüyorum. Uzun süredir bedenimle alakalı bir şey hissetmediğimi hatırlayıp ellerime bakmaya başlıyorum, hey bu benim.


Devrilen bir ağaç görüyorum, ucu uçurumdan sarkıyor ama tam olarak halkanın tepesine doğru ilerliyor. Ucuna doğru ilerliyorum, halkaya iyice bakmak için ve aşağıda dönenlerin taş ya da toprak olmadığını o an anlıyorum. Halka kalınlığının arttığı yerde birbirinden farklı insanın giriş yaptığını görüyorum. Hepsinin elinde bir sıvı olduğunu, bu sıvıyı içip halkaya dahil olduklarını fark ediyorum. Kendilerinden son derece emin ya da bir o kadar da umarsız bir şekilde içine atlıyorlar halkanın. Kafayı yediğimi düşünüyorum. Histerik bir kahkaha atayım derken ağacın kaymaya başladığını hissedip üstlerine düşmemek için kendimi sakinleştiriyorum. Nerede olduğumu kavramaya çalışırken ağaç uslu durmayacağını belli ediyor bana ve tekrar durmamak üzere harekete geçiyor. İş işten geçmiş durumda. Yavaşça ama her saniye hızlanarak aşağı kaymaya başlıyor, tam aşağı düşerken ben kendimi zor kurtarıyorum. Biraz daha aşağıda, yamaçta buluyorum kendimi. Ağacın düştüğü yerdeki insanlar, sanki o ağacın nasıl hareket edeceğini biliyorlarmış gibi açılıyorlar anında ve kimseye bir şey olmuyor, defalarca prova edilmişçesine. Kafalarını bile kaldırmıyorlar, neyin aşağı geldiğini görmek için. Artık şaşırmayı bırakıyorum.


Beyaz rengini aşağı inmeye başladığım andan itibaren görmemişken biraz toprakla kirlenmiş beyaz bir kıyafete sahip olan bir imamın ya da kendine öyle demeyi tercih eden bir kadının yanına düştüğümü, omzuma dokunduğunda anlıyorum. Ama ilgimi çeken, ne kadın ne de kıyafeti olmadığını biliyorum. Hemen halkaya daha net bakmak için yöneliyorum. Düştüğüm yerden halkadaki insanları oldukça net görebiliyorum, halkaya girmeden bir şey içtiklerini de. Kadına bunu sorduğum zaman; içtikleri sıvının ne olduğunu bilmediğini, ancak içtikten sonra koşmaya başladıklarını söylüyor. Yarışmak için değil, sanki o sıvının bütün vücuda hemen karışmasını istercesine koşuyorlar, canla başla. Devamında ise bazıları eriyip, tekrar sertleşip bir kaya parçası olurken bazıları ise eridikten sonra yukarı doğru akan bir nehre karışıyorlar. Tabii nehrin kenarından düşen taş parçaları da oluyor seyrek de olsa. Uzun bir süre bu fenomeni izliyorum, yer yer etkilenip yer yer korkarak.


Sanki o halkadaki herkes, varoluşunu test ettirmek isteyen herkes orada ve "ben neyim?" sorusuna cevap almak için bu fenomene sokuyorlar kendilerini. Kutuplaşmanın derdindeler herhalde, özlerine dönmek istiyorlar, yaşadıklarından memnun değiller sanki.


-Beni al ve geri yarat!!


O an ne Satürn, ne dağ, ne halka, ne de sıvı... Donuyor bu distopik gerçeklik, onu görünce.


O'nu görüyorum, anında bütün sinir ve kas sistemim alarma geçiyor. Sıvıyı içtiğini görüyorum, koşmaya başladığını ve giderek üzerindeki kırmızı kıyafetlerin yok olduğunu görüyorum. İmam'ın beni durdurmaya çalışmasına rağmen ayırımın yapıldığı yere doğru koşuyorum, düşe kalka. Ona bağırıyorum.


Görmüyor ve duymuyor asla. Bağırıyorum tekrar, HEY! Gitme oraya! HEY!


Bir dönemeçte sonunda dikkatini çekebiliyorum ve yakalıyorum onu. Beni görür görmez, dönüp üzerime koşuyor. Tam kollarımın arasındayken ayrımın yapılacağını hatırlıyorum ve kendimi zorla uyandırıyorum.

Ona ne olacağını kısmen tahmin edebiliyorum ve olacakları görmek istemiyorum, korkuyorum, kayboluşunu bilmek istemiyorum.


Bilmek, her zaman iyi değildir. Bilmek, herkesin bildiği gibi değildir. Düşünmek bir faaliyet, düşünmeden yaşamak ise aziz işidir.


Uyandığımda saat 1:49'du, net hatırlıyorum ama o rüya asla 1 saat sürmedi bunu biliyorum(!).




"Artık yaşamak istemiyorum. Bırak beni,

Çünkü günlerim değerli.

Saygı duyduğun biri nedir ki? Ne yapıyorsun onun için?

Her gün evine gidiyorsun. Bütün saatlerini çalıyorsun.

Günah mı işledi? Sen insan koruyucu, ne yaptım sana?

Beni niçin amaçlarının hedefi yapıyorsun?

Kendime yük ediyorsun beni.

Niçin hatamı hoş görmüyorsun? Niçin kaldırmıyorsun günahımı?

Böylece toprağa uzanacağım ve yarın orada aradığında, bulamayacaksın beni."


-Eyyûb'ûn kitabı



Kapak Görseli: Melty Face - Ethan Silva


32 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page